‘Dış politika’ dönüşüme açıktır, fakat doğası gereği ani dönüşlere, keskin, riski yüksek ve maceracı virajlara yatkın bir şey değildir. Dış politikanın yapısal hedefleri ve çerçevesi bellidir. Günden güne değişmez. O halde, belki de Türkiye bakımından ‘dış politika’ yerine ‘dış ilişkiler’ dememiz daha doğru olacaktır.
İkisi arasındaki fark nedir?
Birincisi, ilkelerden ve değerlerden beslenir, uzun vadeli tanımlanmış ve açıklanmış amaçlara yöneliktir. Sürprizlere yer yoktur.
İkincisi, gündelik ihtiyaçlara göre şekil ve yön değiştirir. Bir tür al-ver ilişkisidir. Bir ‘politika’ barındırmaz içinde. Bu durumda, politikanın yerini hamaset, duygular, pazarlıklar ve popülizmin dayanılmaz cazibesi alır. Değişkendir, güvenilirliği olmaz.
Bunun bir zararı var mı? Kârı olmadığı açık. Zayıf anınızda bu illete yakalanırsanız, zararı olacağı da muhakkak.
Tıpkı bugünlerde yaşadığımız gibi.
Dış ilişkilerimizin bizi getirdiği noktayı güncelin ışığında değerlendirmek yararlı olabilir.
Önümüzde üç alan ve konuda beklenmedik şekilde gelişen ani dönüşler duruyor:
1- Batı’yla ilişkilerimiz,
2- Rusya’yla olan-bitenler,
3- Orta Doğu ve Körfez bölgesine açılımlarımız.
Dilerseniz, bunlara sırayla bakalım.
Batıyla ilişkilerimizin durumu
İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelikleri aslında zorunlu değildi. Her iki ülke de Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından ABD ve İngiltere’den yeterince caydırıcı ikili güvenlik güvenceleri almışlardı. NATO’ya üyelik ısrarları, NATO savunma planlamasının kurumsal mekanizmalarına dahil olmakla ilgiliydi.
Türkiye’nin “terörizmle mücadele” itirazıyla ortaya koyduğu direncin NATO’ya doğrudan ilgisi de yoktu. Hatırlayalım: PKK’nın Moskova’daki temsilciliği konusunda benzer bir rahatsızlığı bu denli güçlü şekilde dile getirmiyoruz. PKK, DHKP-C, FETÖ sadece bu iki ülkede mi varlar? Diğer NATO ve AB ülkelerinde yerleşik varlıkları hakkında neden itiraz etmiyoruz? İnandırıcı olmayan bu çelişkili tutumu bir kenara not ettikten sonra şimdi ne kazandığımıza bakabiliriz.
Söylendiği kadar kolay değil
Başlıca iki ‘kazanımı’ hanemize yazmış gibi duruyoruz.
İlki, Suriye’deki sınır ötesi askeri harekatın ardından başlatılan, bazı Batılı ülkelerin silah ve kritik malzeme ihracatına kısıtlamaları kaldırmaları. Bu ülkelerin arasında İsveç, Finlandiya, Hollanda ve Kanada var. Ama, ABD yok. Neden? Çünkü Rusya’dan S-400 alımının ardından yasaya bağlı olarak uygulanan CAATSA yaptırımları yürürlükte ve kalkmaları hemen hemen imkânsız. Üstelik, Almanya da listede yok, diğer başka ülkeler gibi.
İkincisi, ABD’nden F-16 alımı ve modernizasyonu kolaylaşmış görünüyor. Ama, bu konu da pürüzsüz ilerlemeyecek. İşin özünde, İsveç ve Finlandiya konusundaki itirazımızın aslî muhatabı başından beri sanki ABD’ymiş gibi duruyor. Bu şekilde CAATSA yaptırımlarının kaldırılmasını ve F-35 programına yeniden alınmayı hedeflediysek, sonuç hayal kırıklığından başka bir şey olmadı.
ABD ve Batı kaynaklı borçlanma ve yatırım hesapları da gündemde olabilir. Bu çıkmazdan elimiz boş çıkacağımızı sizler de öngörebilirsiniz. Aslında bütün bu gelişmelerin belki de en önemli sonucu şu oldu: Türkiye’nin saygınlığı, öngörülür, ‘güvenilir müttefik’ görünümü yine zarar gördü. Bunun olumsuz etkilerini zaman içinde yaşayacağız.
AB:NATO kozu işlemedi
Batı’yla ilişkiler cephesinde bir de AB konusu var. Bu meselenin en azından üç boyutu bizi sıkıştırıyor: İlerlemeyen üyelik süreci, vize serbestisi ve gümrük birliğimizin güncel şartlara uyarlanması. NATO bağlamında beklenmedik bir pazarlık konusu haline getirsek de bu gösterişli ‘hamlemizin’ kalıcı değeri olması mümkün görünmüyor.
Çünkü, AB’ye bağlantılı konular NATO’yla ilişkili değil. Bildik engellerimiz devam ediyor. İşin sonu demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi malum eksiklerimize gelip dayanıyor. Dikkatinizi çekmiş olabilir; bu konular şimdiden gündemden düştü bile.
Kendimizi aldatmayalım; sonbahardaki AB Konseyi toplantısına dek hazırlanacak, ödevlerimizi hatırlatacak, sonrasında ‘güçlü tepki’ gösterip sürüncemede bırakacağımız bir raporu bekleyeceğiz yine.
Rusya’yla ilişkiler ne halde?
Kısa cevap: Rusya’yla ilişkiler örselenmiş durumda. ‘İsveç vetosunu’ kaldırmamız elbette Rus dostlarımız için sürpriz olmadı. Bunu öngörecek deneyimleri ve birikimleri var. AB konusundaki alaycı hatırlatmalarını da biliyoruz. Asıl şaşırdıkları, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin bile beklemediği şekilde Ukrayna’nın şartsız NATO üyeliğini destekleyen açıklamamız, bir de üstüne Ukrayna’ya obüs satışı kararımız olabilir.
Destek açıklamasının karşılığı yok aslında: toprakları Rus işgali altındaki bir ülkenin NATO üyesi olması beklenmiyor, doğal olarak. Ancak obüs satışı Rusların gecikmeyen tepkisini davet etti.
Bununla birlikte tahıl anlaşmasının yürürlükten kalkmasının tek nedeni bu değil; Rusların Birleşmiş Milletlerin sözüne rağmen karşılanmayan talepleri de var.
Bir de ‘Karadeniz Tahıl Koridoru’ demişken, bu işten en kârlı çıkanlar arasında Türkiye’nin de olduğunu hatırlatalım. Önemli bir kısmını Türk bayraklı gemilerin taşıyarak gelir sağladığı uygun fiyatlı Ukrayna tahılının yüzde 13 gibi bir kısmını Türkiye aldı. Bu tahıl iç piyasada fiyatları dengelerken, un ve makarna yapılıp Afrika’ya ihracatımızı destekledi. Bir taşla birkaç kuş. Şimdi koridor kapanınca etkilerini göreceğiz.
Bu arada, Rusların asıl tepkisinin kendi seçecekleri zamanda ‘yumuşak karnımız’ Suriye üzerinden geleceğini hesaba katmakta yarar olabilir. Unutmadan, bir de Rusya’ya ertelenmiş en az 20 milyar dolarlık doğalgaz borcu meselemiz olduğunu da notlarımız arasına yazalım.
“Değerli yalnızlık” sonrası Körfez ve Orta Doğu
Etmediğimiz sözü bırakmadığımız Körfez bölgesi ülkeleriyle her kucaklaşma turu sizlerin de aklınıza talihsiz ‘değerli yalnızlık’ iddiasını getiriyor olabilir. Hızlı ve el çabukluğuyla gündem değiştirip baş döndürücü virajları maharetle almayı seviyor olabiliriz. Ama, her ilişkinin bir de karşı tarafı var. Acaba karşı taraf(lar) ne düşünüyor? Ne düşündüklerini varlık (asset) satışına duyacakları iştah ortaya koyacak.
Kelepir satışlara gönlümüz razı gelmese de doğrudan yatırımla Körfez sermayesinin gelmesi için pek bir neden görünmüyor ortada. Bu ülkeler yatırımlarını zaten istikrarlı, öngörülebilir, hesaplarını altüst etmeyecek yerlerde yapıyorlar. Türkiye’nin cazip olması rekabetçi düşük fiyat avantajına bağlı kalacak.
Bir bakıma, zayıf düşmüş Türkiye ekonomisi iştah kabartıyor olabilir. ABD Merkez Bankası’nın faizleri 22 yılın en yüksek seviyesine çıkarmasıyla, kredi ve borçlanmaya erişimin maliyeti Türkiye için çok yükseldi. Artık, dış kaynak bizim için daha pahalı olacak.
TOGG, Aston Martin, Mısır, Suriye
Körfez ülkeleri bu zafiyetimizi görmezden gelerek, bize zararına kredi ve borç verecek gibi görünmüyorlar. Bunlar bir yana, petrol zengini Körfez ülkelerinin “yerli ve millî” otomobilimize hayran kalıp, TOGG satın almak isteyeceklerini hiçbirimizin düşündüğünü sanmıyorum. Suudi veliaht prensinin dünyanın en lüks araç üreticisi Aston Martin’in ikinci büyük hissedarı olduğunu hatırlatmak isterim.
Bu başlıkta, Suriye ve Mısır konuları en ilginci olabilir aslında. “Müslüman Kardeşler” bağlantısının ideolojik zorlamalarını, birkaç bin rejim muhalifi Mısırlıyı belki Türkiye dışına çıkartarak çözebiliriz. Zamanında Türkiye’ye gelişlerini teşvik ettiğimiz milyonlarca Suriyeliyi ne yapacağız? Kuzey Suriye’den çekilmek zorunda kaldığımızda, bu sayının birkaç milyon daha artacağını da unutmamamız gerekiyor.
Bir komşumuzun (Suriye) topraklarını kontrol altında tutmamızın ekonomik yükünün önümüzdeki yıllarda daha da artacağını, bir de bu konunun gelecek kuşakları ipotek eden boyutunu unutmamamız gerektiğini belirtmek isterim. Ayrıca, Libya’da taban tabana zıt düştüğümüz Mısır’la nasıl anlaşacağız? Mısır’la Yunanistan arasında yapılan deniz alanları (münhasır ekonomik bölge) anlaşmasını nasıl boşa çıkaracağız?
Bu ‘dış ilişkiler’ nerede kesişiyor?
Bu üç başlığın bir kesişme alanı var: Türkiye’nin ekonomik zafiyetleri. Bir seçimden öteki seçime giderken iç ve dış politikanın yerine, hızını alamayan ekonomik kırılganlıklarımız yerleşti. Bu kırılganlıklar 2018’den bu yana derinleştikçe derinleşti. ‘Rahip Brunson krizi’ sonrasını hatırlıyor olmalıyız. Artık, akut ödemeler dengesi krizine ve beklentiler gerçekleşmezse mali kaosa doğru bizi sürükleyen yapısal sorunlarımız dehşet verici bilanço açıklarını körüklüyor.
Siyaset konuşmayı bıraktık, günlük ekonomik kaygıların peşine düştük. Unuttuğumuzsa, yaşadığımız krizin ekonomi değil gerçekte siyaset kaynaklı olduğu. Krizi doğrudan doğruya siyaset üretiyor. Artık kırılganlığı ileri seviyeye ulaşmış Türkiye’nin ne turizm ve ihracat ne imalat ve tarımdan sağlayacağı, anlatacağı bir büyük sıçrama ya da başarı hikayesi ortada görünmüyor. Maalesef inandırıcılık sorunu yaşıyoruz. Dolarizasyon seviyesi yüzde 70’de seyreden bir ekonominin içindeyiz. Krizler ülkesi Arjantin’le aynı kategoriyi paylaşıyoruz. Bu durum, dış ilişkilerde ani dönüşleri, anlık kazanç hesaplarına dayalı al-ver uygulamasını kaçınılmaz, hatta olağan kılıyor.
“Türkiye Yüzyılına” böyle giriyoruz
Bir yerinden geriye çevirebilecek miyiz bu kısır döngüyü? Maalesef çok zor. Türkiye, artık farklı cephelerden gelen hamleleri savuşturmaya çalışan, sırtı duvara yaslanmış, takati tükenmiş bir izlenim veriyor.
Aksi mümkün müydü? Evet, olabilirdi. Fakat, olmadı. O halde, biz de” Türkiye Yüzyılına” adım attığımız tam bu sırada, önümüzdeki görünür vadede tercihlerimizle ve bunların üreteceği derinleşen sorunlarla yaşamak zorunda kalacak gibi duruyoruz.